17 Ocak 2012 Salı

Röportaj

                                                               
 Bu kitapla kızlara torpil geçtim


Bu ay Star Kitap Eki'nde yazar Tülin Kozikoğlu ile Mavibulut Yayınları'ndan çıkan yeni kitabı Bir Tanecik Oğlum ile ilgili bir söyleşi yaptım. Okumaya değer!

ASLI GÜR

Minikler yazar Tülin Kozikoğlu’nu Lili ve Yedi Çocuğu adlı serisinden tanıyor. Yaklaşık iki yıl önce yazdığı ve birbirinden farklı ve eğlenceli yedi çocuğun yaşadıklarını anlattığı bu seride amacı 2-5 yaş aralığındaki çocukları ‘kıkırdatmaktı.’
Kozikoğlu Mavibulut Yayınları’ndan çıkan son kitabı Bir Tanecik Oğlum’da ise hem minikleri hem de ebeveynleri düşünmeye yönlendiriyor. Bir erkek çocuğunun annesine olan bağımlılığının işlendiği kitapta Kozikoğlu ayrıca hayatın kimi zaman tıpkı masallardaki gibi pek çoğumuza ‘kıyak’ geçeceğine de dikkat çekiyor. Tülin Kozikoğlu ile yeni kitabını ve anne-çocuk ilişkilerini konuştuk…

Bir Tanecik Oğlum adlı kitabınızın ortaya çıkış hikayesini anlatabilir misiniz?
Katıldığım bir yazı atölyesinde ödev olarak verildi; anne-oğul ilişkisi üzerine bir öykü yazmamız istendi. Günlerce aklıma yazacak bir şey gelmedi. Sonra bir gün yurtdışında tatildeyken pat diye aklıma düştü ve önüme çıkan ilk kafeye girip garsondan kağıt kalem istedim. Garson büyükçe bir kağıt bulamayınca kafenin içinde dört dönmeye başladım. Karşıma çıkan bir çekmeceyi izinsiz açıp içinde ön tarafı Almanca bir takım yazılarla dolu bir fotokopi kağıdı gördüm. Kağıdı alıp arka yüzüne yarım saat içinde öyküyü yazdım. Fakat elbette ki sonrasında uzun bir editoryal çalışma yapıldı. Resimli kitaplarda her kelimenin büyük önemi ve ağırlığı var. Ne bir fazla ne bir eksik olması gerekiyor. Öykü dört yıl önce yazıldı, çizer arayışı ise üç buçuk yıl sürdü.

Çizer arayışınız neden bu kadar uzadı?
Öyküyü hissetmek benim için çok önemli. Deniz Üçbaşaran öykünün içine mükemmel girdi, tam anlamıyla hissetti. İlk çizdiği örnek, öyküyü yazarken gözümde canlanan görselle öylesine bütünleşti ki sonrasında konuşmamıza hiç gerek kalmadı. Mesela kitabın sonlarına doğru kahramanın ikiz kızları doğuyor ve huzursuzlanan bebekleri yatıştırmak için kahramanımız kızlarının saçlarını okşuyor. Bu ‘saçları arkadan okşama meselesi’ Deniz Üçbaşaran ile aramızdaki uyuma iyi bir örnek. Ben yazarken babayı, kızlarının saçını arkadan okşarken hayal etmiştim. Onları kucağına almıyor veya önlerinde durup yollarını keserek okşamıyor saçlarını. Sadece arkadan destek veriyor. Fakat bu detaylar metinde yer almıyor. Ama çizim geldiğinde baba, kızların arkasında duruyordu. Anlayacağınız, Deniz kitabı birebir aklımdaki gibi çizdi.

 Peki siz yazarken nelere dikkat ettiniz?
Aslına bakarsanız yazarken tamamen içimden geldiği gibi yazdım. Hiçbir şeye dikkat etmedim, dikkat ederek büyüyü bozmadım. Fakat sonrasında, editoryal çalışması yapılırken ‘demek istediğim tam olarak anlaşılıyor mu?’ sorusunu sordum. Söylemek istediğimden fazlası veya azı olmasın metinde diye uğraştık.

Hayatın gülen yüzünü
göstermek hoşuma gidiyor

Bir annenin oğluna karşı özverili davranışını işliyorsunuz. Neden erkek çocukla bu konuyu ele aldınız?
Çünkü ödevim konusu anne-oğul ilişkisiydi. Kız evlat annesi veya erkek evlat annesini çok da farklı bulmuyorum açıkçası. Aşağı yukarı aynı şekilde sarıp sarmalıyoruz, sevip yüceltiyoruz, gerekli-gereksiz destekliyoruz, bazen boğuyoruz çocuklarımızı. Tabii ‘erkek evlat-anne ilişkisi’nin Oedipus’tan bu yana yazılagelen ve tüketilemeyen bir büyüsü var, o da ayrı. Belki de kız çocuklar/kadınlar daha özgür ruhlu. Bu yüzden kitabımın sonunda kahramanımın kızları babaannenin saçlarıyla ilgilenmiyorlar. Babaları başlarının arkasından onların saçlarını okşayarak sakinleştiriyor kızlarını ama onlar diledikleri zaman babalarını arkada bırakıp çekip gidebilirler. Kendi elleriyle yapışmıyorlar, kendilerini kelepçelemiyorlar bir rahatlama unsuruna. Ama tabii bu da benim önyargım. Belki de böyle değildir. Kız çocuklara, kadınlara biraz torpil geçtim galiba

Kitapta çocuğun her döneminde annesinin saçını okşadığını görüyoruz. Bu davranışla neyi simgelemek istediniz?
Saç burada bir bağımlılık unsuru. Bebeklerde bu çok sık rastlanan bir durum. Benim kızım süt emerken kulak mememi mıncıklayarak uykuya dalardı. Saç okşamayı daha sık duyuyorum. Bunlar büyüdükçe değişebiliyor. Bağımlılıklar, bir rahatlama unsuru olarak çocukların her an gündeminde. Kimisi ayıcığına bağımlı kimisi battaniyesine… Ben bu kitap aracılığıyla çocukların iç dünyasına ulaşabileceğimize inanıyorum. Bağımlılıklar ha deyince konuşulabilen, irdelenebilen zaaflar değil. Onlardan kurtulmak ağırdır, can acıtır. Oysa bu kitap aracılığıyla çocukların bağımlılıklarına ilişkin sohbetlere yelken açılabilir. Kitapta olduğu gibi bazen sorunla hayatta da kendiliğinden çözülüyor. Bazen hayat da böyle hoş numaralar çekiyor bize. Çocuklara hayatın bu gülen yüzünü göstermek hoşuma gidiyor. İlla her şey çalışıp çabalayarak, uğraşıp didinerek olmak zorunda değil. ‘Hayat zor olmak zorunda değil, kolay da olabilir’… Kitap, okuru bu ruh haline sokuyor.

Anneleri eleştirmek haddimi aşmak olur

Annenin sürekli tekrarladığı 'Sen benim bir tanecik oğlumsun, mutluluğun için ne gerekirse yaparım' sözü var. Bu sözle aslında annelerin çocuklarına bakış açısını mı özetlemek istediniz?
Ben bu kitapta bir durum tespiti yapıyorum. Çocuklarımıza “onların iyiliği için” bir takım destekler verirken düştüğümüz traji-komik durumu gözler önüne seriyorum. “Böyle bir bakış açısı var” demekten öte ben “böyle bir içgüdü var” demeyi tercih ederim. Esas olan bu içgüdüye rağmen anne olmayı başarabilmek. Çünkü içgüdülerimiz bunu söylerken, aklımız bambaşka şeyler söylüyor. Annenin özgürlüğü ve çocuğun özgürlüğü... Bu özgürlükle gelen mutluluk ve ruh sağlığı… İşte annelik bu çelişkiyle boğuşma ve dengeleme sanatı bence.

Çocuğun annesine düşkünlüğü, annenin de çocuğa düşkünlüğü... Anneler genellikle bebeklikten, çocuklarını böyle bir yaşama alıştırıyorlar ve Türk kültüründe bu durumla çok sık karşılaşıyoruz. Siz de bunu eleştirmek mi istediniz?
Kimisi bu durumu eleştirdiğimi kimisi taltif ettiğimi düşünüyor. Bu da bana yapmak istediğimi yapabildiğimi gösteriyor. Her iki uçta da okunabiliyorsa bu kitap, tarafsız yazılabilmiş demektir. Çünkü amacım durum tespiti yapmayı becermekti. Böylece bu konuya dikkat çekmek, ebeveynleri ve çocukları düşündürmek. Edebiyatın amacı düşündürmek. Bu kitabı okuyan çocuk veya yetişkin bu konuda biraz kafa yoruyorsa ne mutlu bana. Sonuçta ben de bir anneyim ve bu işin “doğrusu-yanlışı” olmadığını, anneliğin bin bilinmeyenli bir denklem olduğunu biliyorum. Bunu yapan anneleri eleştirmek haddimi aşmak olur.

Ama yine de kitabın sonunda annelik içgüdüsünün kutsallığına, koruyuculuğuna da değinmeden geçmemişsiniz...
Uzaktan yapılan bir koruyuculuktan korkmaya gerek görmüyorum. Güneydeki otellerimizde
dikkatimi çekiyor. Yabancı ailelerin çocukları sessiz sakin, kendi kendilerine eğleniyorlar. Aileler uzaktan gözlemliyor çocuklarını. Tehlikeli bir durum olursa sessizce kalkıp gidiyor çocuğunun yanına, uyarıyor veya destek veriyor. Türk aileler ise çok farklı. Anne-baba sürekli bir seslenme halinde çocuğuna; “Ali atlama, Veli dikkat et, vs.”. Çocuklar da “Anne bak, baba bak!” diyerek çığlıklar atıyor eğlenirken. Anne-babanın şahitliğinde deneyimlemek istiyor hayatı. Hayatı yalnız yaşamayı öğretmeliyiz çocuklarımıza. “Hayatı yalnız yaşa ama başın sıkışırsa benim arkanda olduğumu bil.” Vermemiz gereken mesaj bu olmalı.



Okurlarımla zaaflarımda buluşuyorum

Siz de bir annesiniz. Kendinizden de ilham aldığınız oldu mu?
Yazdığım her kitap biraz da kendimi sorgulama sürecim olarak ortaya çıkıyor.  Psikoloji okuduğum için sorun-çözüm ilişkisi ilgimi çekiyor. Sorun yaşadığım noktalarda bir öykü var benim için… Doğrusunun ne olduğunu bulamadığım konularda daha iyi yazıyorum sanki. Bence “Ben tam değilim, kusurluyum” duruşum hissediliyor yazdıklarımda ve bu samimi duruş okuru çekiyor benim kitaplarıma. İnsanlar zaaflarında buluşurlar… Ben de okurlarımla
zaaflarımda buluşuyorum


0 yorum:

Yorum Gönder